Monday, August 11, 2014

Carl Jung ve Arketip Kavrami

Carl Jung ve Arketip Kavrami

Carl Jung ve arketip kavrami konusuna, universitede “Nature vs Nurture”  argumani ile ilgili hazirlamis oldugum sunum sebebiyle epeyce asinayim ama arketip konusu Carl Jung’in derin calismalarininin sadece gorunen kismidir. Kendisi sorgulayan ve belki belli noktalarda da dogru sorulari sormayi basarabilmis sansli insanlardan biridir. (Belli konularda diyorum cunku hic birimizin her daim dogru sorulari sorduguna inanmiyorum) 
Deneyimleme ve algilama konusuna gelince tum felsefe ve psikoloji dunyasi ikiye ayrilmis, kimisi algi ve tecrubelerin ogrenmenin kaynagi oldugunu vurgularken kimileri ise bazi bilgilerin bizlere genetik, sosyal ve cevresel olarak  miras kaldigi dusuncesini savunmusturlar. Mesela, Darwin dogal seleksiyon teorisiyle bilginin genetik olarak aktarildigini “on the origin of species” adli kitabinda belirtirken, John Locke “Tabula Rasa” yani insan bilgi haznesinin bos bir levha iken tecrube etme ve algilama ile bilgi dagarciginin olustugunu iddia etmistir. Aslina bakarsaniz gunumuzde bu tartismanin bazilari tarafindan gereksiz oldugu dusunuluyor. Zira epigenetik konusundaki son elde edilen bilgiler Darwin’in iddialarini kanitlar niteliktedir. 
Tabula rasa terim olarak bugune Aristotle zamanindan gelmistir. Psikolojinin ilk kitabi olarak da bilinen “De Anima or On the Soul” da Stoikler( eski yunan ogretilerinden, stoikler cok ilginc bir paganist yapiya sahip) ve peripatetikler ( aristonun ogretilerini takip edenler) konuyu tartisilir bulmus olsalarda , zihinin bos bir levha oldugu konusu o zamanlar kabul edilebilir bir gercek olmusdu. 
Tabula rasa konusuyla ilgili olarak daha sonra Ibn Sina da goruslerini bildirmis ve insanoglunun zihninin dogusta bos ve bilgisiz oldugunu (Tabula rasa state), saf bir potansiyelle ogrenme egilimi gostererek daha sonra bildigini belirtmistir. Bu bilgi daha sonra  empirik bir tanidikliga objeler sayesinde kavusmus (yani insan objeler ve tecrubeleri birbirleriyle eslestirerek bir tanidikliga kavusuyor) ve bu objelerin tanidikligi ile insan evrensel bir konsept olusturmustur.  Ona gore , entelektin kendisi elde edilen bilgiden gelisimler gosterir (al aql al hayulani) ve bu potansiyelle active entellekte (al aql al fail) (insan entelektuelitesinin bilginin mukemmel kaynagina kavustugu durum hali) bilgi sunabilir. (Ibn sina aklin gelisimini tume varim fikriyle cesitli sekilde siniflandirmisdir. Al aql al fail bu siniflandirmada entelektin tume varimdaki en ust seviye olduguna inanmisdir.) 
Yine Islamik filazoflardan Ibn Tufail colde yalniz basina yetismis kucuk bir cocugun hikayesini anlattigi filozofik yapitinda Tabula rasa’yi kendince onamisdir. Bu yapit daha sonra 1671 yilinda latinceye cevrilmisdir. John Locke kendi “Insanin anlamasi ile ilgili gorusler” adli yazisinda Ibn Tufail’in bu yapitindan oldukca etkilenmisdir. ( O kadar etkilenmisdir ki, kucuk bir bebege belki bu cocugu psikopat ederim diye hic dusunmeden ve de cekinmeden psikolojik testler uygulamisdir yardimcisiyla) 
Bu konuyla ilgili olarak katolik kilisesi yandaslari da kendilerince goruslerini bildirmisdir. Ben sahsen onlarin goruslerini cok fazla dikkate almiyorum. Nature vs Nurture konusunun tekrar canlanmasini ve bu sefer cok daha kuvvetli sekilde savunulmasini gerektiren gorusler ortaya 1900’lu yillarda cikmisdir. Bunlardan bir tanesi Sigmund Freud’un psychoanalizidir. Freud insanlarin kisilkilerindeki sekillenmenin aile dinamikleriyle alakali oldugunu ileri surmusdur. Insanin ozgur iradesinin olmadigini ve bu ozgur iradenin genetiksel sebeplerle degil ama yetisme kosullariyla sinirlandigini belirtmistir. 
Aslinda Tabula rasa konusuna girildiginde isin bir de nurobiyolojik ve epigenetik kisminin da incelenmesi gerekir (Darwin’in teorisi burada desteklenir) ama ben bu konuya girmeden olayi Carl Jung’in arketipleri konusuna baglamak istiyorum. Simdi arketipler, tabula rasa, nature vs nurture olayi ne alaka diyenlere, evet efenim olayin pek bir alakasi vardir demek istiyorum. 
Baslangicda hem fikir olsalarda daha sonra yollari ayrilmisdir Carl Jung ve Freud’un. Bunun sebebi, Carl Jung’in bir insanin kisiligini, karar verme mekanizmasini, bilmekle ilgili olan her seyin dinamigini  aileye ve seksuel durtulerden ote birseylere bagli olduguna inanmasidir. Jung, Psiseyi bilinc ve bilincdisi olarak ikiye ayirmisdir. Bilincdisini da bilincdisi ve kollektif bilincdisi olarak ikiye ayirmisdir. Iste arketiplerin devreye girdigi ve Jung’i daha cok ilgilendiren kisim, kolektif bilincdisidir. Burada her ne kadar farkedemezsekde bellegimiz imgeleri topluyor ve yine bilincdisimizda bu imgeler betimleniyor ve bu betimlenen imgeler bizim karar vermede ve gerekse bilmek konusundaki merkezi kuvvetimizi olusturuyor. En temel anlamiyla bir kavramin uzlasimsal olarak betimlenmesidir arketipler.  Bir dusuncenin, nesnenin, niteligin ve niceligin vb. ruhbilimsel  ve dusbilimsel açıdan, tüm kavramlar doğaları itibari ile arketipsel olup, betimlemeleri arketipsel bir anlam taşıyan yapay belirtilerdir.
Arketipler evrenseldir ve nesilden nesile aktarilir  ve Jung’in “The structure of the Psyche” kitabinda nesilden nesile gecen en buyuk arketiplerin din ile insanlara ulastigini vurgulamisdir. Carl Jung dort arketipten bahsederken bunun genisletilebilecegi ve sinirinin olmadigini belirtmisdir. Bu dort arketip “The self”, “The Shadow”, “The Anima or Animus”, “The Persona”. (Ben bu konuya da girmek istemiyorum. Arketipler ve evrensel anlamlari uzerinde durmak yerine burada insandaki ben bilinci ve bilmek uzerine durmak taraftariyim.) Carl Jung arketiplerin dogumdan once genetiksel olarak bizlere gectigine inanmiyor. Bunu : “ Bizler kalitsallasmis zihinsel goruntulerle degil fakat daha cok tabiatimizdaki egilimler sonucu kolektif bilincdisimizin, paralellere olan (transtemporal -ruyalar gibi-, kulturel ve kisisel) ilisiginde topladiklari zihinsel goruntulerin evrensellesmesi ve psisik’in yapilanmasiyla ugrasiyoruz. Bu arketipler biyolojik davranis kaliplarimizda etkilidirler.” diyerek belirtmistir. (Ikilibirlik -Archetypes & The Archetype of God) 
Insanin dusunsel dogasi arketipleri toplar, insan bu arketipler yoluyla ve bu arketiplerin uzerine dusunerek olusur. (Simgesel dusunme- Metin Bobaroglu) Cevreden gelen bu imgelere isim takarak onlari farka getirir, isim dusunsel dogada var olan imgeyi cagirir. Yani sunu varsayabiliriz ki bir insanin bilgisi evrensel olarak ve bireysel olarak simgelestirdikleri ile sinirlidir. 
Peki insanlardaki tanriya inanc ne noktada ortada cikar? Carl Jung’a gore arketiplerin algilanmasi ve bilincte yansitilmasi algilama ve anlamanin biz insanogluna sundugu hediyesidir. Son yillarinda arketiplerin bilincdeki yansimasi ve mucizeleri , bilincin kozmik anlami konularinda cok konusmusdur. Ve bilincin bu kozmik tarafi ona gore dinseldir. Psikolojik yazilarinda :” Ancak psisenin dogrultusunda tanrinin bizde etkisi oldugunu dusunuyoruz ama biz bu etkinin bizim bilincaltimiz mi yoksa tanri mi oldugu ayrimini yapamiyoruz. Her ikisi de transandantal yapida farkli sinirdaki konseptler ve bu konseptler yeterli derecede empirik (gorulebilir, var oldugunu fiziksel olarak ortaya koyan) yapidadirlar mesela bilincaltimiz kendini arketiplerin butunsellesmis hali olan spontane ruyalarla ortaya koyar. Sonuc olarak, arketiplerin tanriyi vurgulayan bir sembolism uretmeleri mumkunatsiz degildir” diye belirtmistir. (Ikili birlik)
Sonuc olarak var olan arketiplerle psisede kendini ortaya koyan tanri kavrami Jung’a gore kisinin ‘ben’ i arketip olarak ortaya koymasidir. 
Yalniz sunu da gozonunde bulundurmak gerektigi kanaatindeyim. Insanlar kendi refleksif bilincleri ile tanri konseptine  vardiklari gibi ayni zamanda ideolojik bir konsepte de varabilirler. Bu farkli kult ve ilkelerin dogmasina yol acar. Hatta ekollerin olusmasi durumu soz konusudur. Yazinin basinda bahsettigim stoikler, peripatetikler mesela. Ya da Karl Marx ve ideolojisi. Neden belli ideolojileri olan insanlar deist degillerdir? Cunku tanri konseptine varmayanlar ideolojik bir konseptte ilerliyor. Psisedeki  ‘ben’ ile ‘tanri’ arasindaki karmasa bu sefer ‘ben’ ile ‘ideoloji’ arasinda oluyor.  
Su bir gercek ki ‘ben’ ‘tanri’ arasindaki iliskinin Carl Jung yorumu insana vahdet-i vucud yani varligin birligi durumunu ciddi anlamda dusundurmektedir. Carl Jung’in,  psisenin tanri ve ben arasindaki ayrim yapamamasi olarak tanimladigi durum Ibn Arabi tarafindan varlik birligi ile aciklanmisdir. “…küçük insan, büyük alemin (makro-kozmos) bir minyatürüdür… insan varlığı, alemden daha da küçük olsa da, o büyük alemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu aleme büyük insan insan-i kebir adını veriyorlar…”  (fusüs ül-hikem (bilgelik fanusları), muhiddin-i arabi, milli eğitim basımevi, istanbul, 1952). 
Acik konusmak gerekirse Ibn Arabi konusunda cok bilgiye sahip degilim. Onun hakkinda cok fazla arastirma yapamadim cunku ona yonelmek icin once edebi bilmek gerekir ve ben henuz bilmiyorum. Onun yazip bizimle paylastiklari tasavvufun marifet kapisini acar.  Kendisi de yazilarindan istifade edebilmek icin cesitli kosullardan bahsetmisdir.  Yaptigim arastirmalar kadariyla kimisi Ibn Arabi’nin pantheist bir yaklasimi oldugunu ileri surse de kimi vahdet-i vucud kavramini hic bir eserinde kullanmadigini ileri surerek bunu redetmisdir. Okuduklarimin arasinda bana ilginc gelen bazi seyler var tabi mesela psise, ruyalar ve arketipler arasinda baglanti kuran Carl Jung olabilir ama Ibn Arabi’nin de ruya tabiri konusunda eserleri oldugu bilinmektedir. Ibn rusd ile olan irtibatini ruyasinda ikisinin arasina perde cekildigini gordukten sonra kesmisdir Ibn Arabi. Bundan nasil anlamlar cikar bilemem ama sanirim ruyalar onemli.

Bilgeligin karsisinda tek disi kalmis etik...

Bilgeligin karsisinda tek disi kalmis etik...

Etik bir insanin kendini diger insanlardan baskalastirmasinin, soyutlamasinin en onemli sebebidir cunku gorecelidir. Ben oyle dusunuyorum. Bu argumani yapmadan once etikle ilgili herkesin bilmesi gereken bazi bilgileri paylasmak gerek.  
Yunanca Ethos kelimesinden tureyen etik sozcugu dilimizde yanlis bir sekilde kulllanilir cogu zaman. Etigi ahlakla karistiririz. Etik insani degerlere dayanirken ahlak toplumsal degerlere dayanir. 
Dusunurlere gore etik degerlerin bir referans sistemi vardir bunlar:

Dogadaki duzene uygunluk
Belirlenmis ya da konulmus ve uzerinde konsensus saglanmis normlara uygunluk
Tarihsel, olgusal, eylemsel ve somut insan gercekligine uygunluk


Yani kisacasi eger bu uc referansa uygunsa davranisiniz etiksiniz ve ahlaklisiniz. Esasinda ahlak iyiye bagli amac edinmekdir ve bunu toplumsal cikarlar gozeterek iyiye baglamak insani ahlakli yapar. Yani sizin icin iyi olan sey ahlaksal anlamda iyi olmayabilir. Bir de her ahlakli olan sey etik midir? Degildir! Mesela evlilik disi sevisen kadin ahlaksizdir. Karilik gorevi oldugu gerekcesiyle sevmedigi esiyle sevisen kadin evli oldugu icin ahlaklidir ama bu etik degildir (Kant’a goreyse bu hem etik hem ahlaklidir) cunku insani degerlere gore sevmedigin bir adamla nasil sevisebilirsin sorunsali ortaya cikar.. 

Isi biraz daha komplike bir hale getirdigimizde Kantci Ahlak felsefesiyle karsilasiriz. Ona gore ‘Ahlakli’ olan sey, iyi olan seyi hangi sebeplerle eyleme doktugunuzle ilintilidir. Yani birine yardim ettiniz ve bu iyi bir sey ama bunun ayni anda ahlakli olabilmesi o kisiye neden yardim ettiginize bagli. Acimaksa bu kisisel tatmindir, eger ‘insanlara yardim etmek iyidir’ bilinciyle hareket ettiyseniz, eyleminiz ahlaklidir. 

David Hume , Shaftesbury gibi dusunurler insanlarda ahlak duygusunun ‘ahlak duyusu’ adini verdikleri ozel bir duygu ile ortaya ciktigini iddia etmistir. Kant bunu siddetli bir sekilde elestirmisdir cunku onun inandigi ahlak anlayisinda mutluluk istenci hice sayilmalidir. Eger insanlarin ahlak duyusu var ise bu onlarin mutluluk istenciyle ortusur ve sonuc olarak ahlak duygusu deneysel bir nitelik kazanir. Halbuki Kant’a gore ahlak evrensel bir nitelikdir ve deneyimsenemez. Insanlarin mutluluk ilkesiyle her zaman ortusemez. Insanlarin mutluluk istenciyle ortusen hic bir davranis her ne kadar iyi olursa olsun kisiye ahlakli sifatini kazandiramaz. Bu kosullarda kisi erdem sahibi degildir. Kisi eger iyi bir eylemi evrensel ahlak anlayisi icerisinde gerceklestirirse erdem sahibidir yani ahlaklidir. 

Bizler etik olan nedir diye sorarken bir de etik olmayan olarak kabul edilenlerin otekilestirme durumunu da goz onunde bulundurmaliyiz. Bu siyasi bir ideoloji gibidir. Oteki sozcugune baktigimizda aslinda baska birinden degil baskalastirilmis birinden bahsetmekteyiz. Mesela Kantci ahlak anlayisini benimsemis dusunurler Hume ve Shaftesbury gibi dusunurleri  otekilestirmisdir. (Tabi gunumuzde otekilestirme bir asagilama ile eyleme dokulur cogu zaman) 

Kendi ahlak anlayisinin disina cikanlari insanlar tarih boyunca otekilestirmisdir. 

"Tarihte ötekileştirmenin (simgesel olarak) en iyi örneği, “Günah keçisi” örneğidir: Eski Ahit (Old Testament); Levililer, Bab-16; ayet-21-23: “Harun iki elini canlıergecin başı üzerine koyacak ve İsrailoğullarının bütün fesatlarını ve bütün günahlarını, bütün suçlarını onun üzerinde itiraf edecek; ve bunları ergeç (keçi)in başı üzerine koyacak ve hazırlanmış bir adamın eliyle onu çöle salıverecek ve ergeç onların bütün fesatlarını kendi üzerinde ıssız bir diyara taşıyacak ve ergeci çölde salıverecektir.” Bu örnekte görüldüğü gibi, “Ötekileştirme”, simgesel ve ritüelik olarak bir arınma ayini biçiminde uygulanmış. Kutsal sayılan metinlerde, bu tür arınma ayinleri, daha sonraları kurban ve adaklara dönüştürülmüştür.
Bir örnek de Hıristiyan ekininde karşımıza çıkar. Bu ekinde, bilindiği gibi, Hıristiyan dinine girmek için inisiye (tekris) olmak gerekmektedir. Hıristiyan inancını kabul eden bir kişi, bunu kendi kendine, özgür bir kararla yerine getiremez. Hıristiyanlık dinini seçen ve ona dahil olmak isteyen bir adayın; İsa’nın bedeni olarak kabul edilen “Kilise” (Eklasias’tan; inananların cemaati) tarafından onanması gerekmektedir. Hıristiyan dini, kurumsal bir dindir ve ona girmek Kilise kurumunun onayına bağlıdır. Bu nedenle de, Hıristiyan inancında ötekileştirme (Dışlama; İçinden atma), inisiasyonun tersi olan “Aforoz”dur. Aforoz edilen birey ya da gruplar Hıristiyan toplumundan dışlanır; ötekileştirilir. Aforozun inananlar topluluğunun arınmasına neden olduğuna inanılmış; aforoz edilen ise “Günah keçisi” olmuştur.
Bir başka örnek Anadolu Alevîliğinde görülür: İnanırlar cemaatinin “Cem”inde, yolun adap ve erkânına uymayanlar son çözümlemede “Yol Düşkünü” ilân edilir ve cemaatten dışlanır; ötekileştirilir. Ancak, Anadolu Alevîliği, “Düşkünler Ocağı”  kurumunu oluşturarak, geri dönüş kapısını – belli bir rehabilitasyon eğitiminden sonra – açmayı bilmiştir.
Ötekileştirmenin tarihteki en büyük örneği, kuşkusuz Yahûdi Toplumu’nun başına gelmiştir. Ötekileştirilme, neredeyse Yahûdi Toplumunun yazgısı hâline gelmiştir. Önce Antik-Mısır’dan dışlanmış ve göçe zorlanmış; sonra ünlü Babil sürgünü; sonra İspanya’dan dışlanma; Rusya’dan dışlanma ve unutulmaz bir biçimde, ötekileştirme sürecinin son etabı olarak fırınlarda ve gaz odalarında “yok etme” biçiminde aydınlanmış Avrupa’da (!) yaşandı. Şimdilerde bile, dünyada herhangi bir ülkede ortaya bir kriz çıktığında, ilk aranan günah keçisi, Yahûdiler olmaktadır. O kadar ki, özellikle Batı toplumlarında Yahûdi düşmanlığı yapmayı (Anti Semitizm) yasaklayan yasalar çıkartılmak zorunda kalmıştır.”
Acikcasi neyin ahlakli neyin ahlaksiz oldugu beni pek ilgilendirmiyor. Bence burada onemli olan husus otekilesme, otekilestirme de degil. Ahlaki gereklilik  olarak ele alirken insan ben bilincinin hice sayilmasi sorunsallastirilmali. Cogu zaman ahlakli olmak adina, ya da mantik cercevesinde yine toplumun betimledigi gurur ve on yargilarla, davranislarimizi kontrol altinda tutarak kendimize otekilesmiyor muyuz? Kant’in dedigi gibi evrensel bir ahlak anlayisi var ise bu evrensel ahlak anlayisinin normu nasil olur insanlikla ortusurde birey olarak insanin kendisiyle ortusmez? Bu soruyu sorarak ben soyle bir cikarim sagladim. Insanlarin evrensel ahlak anlayisi da diger hersey gibi simgeseldir ve gorecelidir. Goreceli olmasinin en buyuk sebebi insanin benlik bilincinin her diger kisininkiyle ortusmemesiyle ilintilidir. Eger bir simge yoruma acik ve her bilinc icin farkli bilgileri kisilere sunuyorsa evrensel ahlak anlayisi da kisiye ancak kendi bilincinin sindirebilecegi bilgileri sunmaktadir. Iste bu sebeple evrensel ahlak anlayisi gorecelidir ve deneyimseldir. Ahlak insanlari ortak bilincte doyurabilmeyi hedefliyor ve bu sebeple cogul katilim sart. O zaman benim tekil olarak bilincim nasil doyucak? 
Eski insanlara yani ilk medeniyetlere baktigimizda bugun hala ana-erkil mi yoksa ata-erkil mi oldugunu tartisiyoruz. Bir toplumun ana-erkil ya da ata-erkil olmasi o toplumun ahlaka olan bakis acisini topyekun degistirir. O zaman biz bu evrensel ahlak anlayisinin pekala insanlarin kendi varolussal sorgulama ve betimlemeleriyle ortusmesiyle goreceli bir hal aldigini kabul etmek zorundayiz diye dusunuyorum.
Dusunsenize kendi iyilik ve kotuluk anlayisiniz cercevesinde hareket edememek ve eylemlerinizi belki de o cercevenin cok daha kucuk oldugu baska bir anlayisa gore uyarlamak insanin kendi varolussal ilerleyisinde ne gibi kisitlamalari dogurur? Kendi buyuk cercevenizin icine bir dagi, bir denizi, gunesi ve agaci sigdirabilmisken kucultulen cercevede gorebileceginiz ya sadece bir agacsa? Ahlak bir insani makro bakisdan bir anda mikroya yonlendiren bir hal almiyor mu o zaman? Boyle bir icselligi olan insan  ya bunu kabul etmeli ya da kendini soyutlayip o buyuk cerceveden mi bakmali dunyaya? Evrensel ahlak anlayisinin goreceli olmadigini iddia etmek evrensel ahlak anlayisinin gnostisizmin karsisinda olmasini kabul etmektir. Ben ahlaksal anlayisi sorgulayamazsam bu benim ozgurlugumu hice sayar.  Bu bir degerler sorunudur. Sokrates’e gore sorgulanmayan yasam yasamaya degmezdir. O halde ne yapmali insan? Kadim bilgelige nasil ulasir? Tum insanlardan kendini soyutlayarak mi? Nasil?

Ben Benim--Fichte

Ben Benim--Fichte


Konuyla ilgilenenlerin bildigi gibi, Emmanuel Kant aklin iki sekilde isledigini (pratik akil- teorik akil) one surmus ve arastirmalarini da bu boyutta gerceklestirmistir. Fichte, Kant’in bu konuyla ilgili yapmis oldugu calismalari goz onunde bulundurarak, bilinci daha cok pratik akil olarak kabul etmis ve dusunce yapisinin bir duzeneginin ya da bir isleyis kalibinin var oldugunu ileri surmustur. Sonuc olarak onun akil tasariminin amacladigi aklin dizgesini olusturmaktir. Bundan da cikarabilecegimiz sonuc, Kant gibi kendisinin de insanlarin dusunce yapisinin bir ozgurluge sahip olmadigini savundugu yonundedir. 

Ona gore felsefe bir bilimdir. Felsefe bilginin ya da diger anlatimla bilimin bilimidir. Buradaki bilim sozunun altinda yatan ana esaslari anlamak cok onemli. Zira, bilim belli temel kurallari (gercek olmadigi ispat edilene kadar dogru oldugu kabul edilen degistirelemez gerceklerin (kanunlar) mesela Newton Kanunu) esas alarak rasyonel somut bilgiye ulasmayi hedefler. Sonuc olarak bu temel esaslari ele alarak acilimi sonucunda teori yuruterek elde edilen her bilginin dogrulugunu kanitlamasi gerekir. Eger felsefe Fichte’nin dedigi gibi bir bilim ise, o halde bu biliminde degistirilemez gercekliklerinin olmasi gerekir. 

Fichte , aklin dizgesini olustururken, bizleri felsefenin kendi temel esaslariyla tanistirmisdir. Felsefe aklin bilimiyse burada akil ele alinmasi gereken birimdir yani ‘Ben’. Fichte’ye gore ‘Ben Benim’ felsefenin temel esasidir. Yani A=A.. Buradan da anlayacagimiz gibi Fichte, refleksiyon yani aynalasma durumunu tamamiyle gozardi ederek A=A esasini kabul etmisdir. Insanlarin teorik yapisini hice saymisdir. Icselligini goz ardi etmisdir.
Ona gore Ben Benim diyerek ben kendisini ortaya koymusdur. Yalniz ben kendisini ortaya koyarken bilen degildir eyleyendir. Ben’in kendisini ortaya koymasi da bir eylemdir ve ona gore bu Ben’in saf etkinligidir. Yani vardir..Oznenin(bilen) kendini nesne(bilinen) olarak ele almasi durumunda nesnenin her etkinligi esas olarak alinir. Bir ornek vermek gerekirse, bir bilimsel deneyde doktor bir hastayi inceliyorsa hastanin yaptigi her etkinlik hastanin tanisinin konmasinda baz olarak alinir. O zaman ozne de kendini nesne olarak ele aliyorsa nesnenin her etkinligi nesne hakkindaki tanida baz olarak alinir. 

Fichte’ye gore ikinci temel esas ise, Ben ben olmayan degilim. Yani A ≠ -A.. Ben’in kendisini ortaya koymasi nasil bir etkinlikse ve bu onun nasil varligini kanitliyorsa, Ben’in kendi karsitini ortaya koymasi da bir etkinliktir. Bu iki onermeyi ele alarak Fichte bir sentezleme durumuna girismis ve demistir ki, Hem Ben hem Ben olmayan, karsilikli olarak Ben araciligiyla ve Ben’de , karsilikli olarak bir digerini sinirlayan seyler olarak konulur. Bunda demek istedigi yani A ≠  -A diyerek A’nin sinirini belirlemistir. A artik saltik degildir. Yine bir ornekle aciklarsak, ben herseyim dedigimizde hersey cok genis saltik bir kavramdir, ama ben kirmizi ve mavi olmayan herseyim dediginizde herseyin bir siniri cizilmis olup hersey kendi saltikligindan kurtulmus olur. Yalnizca Ben benim diyen ben bilinci saltiktir. Yalniz saltik ben Fichte’ye gore sonlu olan  Ben’den ve Ben olmayan (karsit ben’den)’dan bagimsiz degildir. Saltik Ben’in kendisini sonlu Ben’ler araciligiyla ve bu Ben’lerin Ben olmayanla olan karsitliginin dolayimindan gecerek belirgin kilmasi yani kendinin tam bir  bilincine varmasi tum bir tarihsel sureci kusatir.  http://cetinturkyilmaz.blogspot.ae/2012/01/alman-idealizminin-akil-tasarimi.html

Simdi, bu tarihsel surec ilginc asamalari icermekte. Fichte’ye gore akil tarih icerisindeki ilerleyisinde belli asamalardan gecer. Bu asamalarin amaci; insanlarin kendi ilerleyisindeki etkinliklerine ozgur bir sekilde akla gore yon vermesidir ve ozgurluk, burada akil kendi bilincine tumuyle vardiginda sahip olunabilen bir betimlemeye sahiptir.  Yani, Fichte’ye gore bizler bilincimizin farkina vardikca ozgurlesiriz. Bilinçlilik ile özgürlüğün içgüdülerden kendini kurtarmakla ilgili görülmesinin bir sonucu olarak Fichte, insan türünün yeryüzü yaşamında temel olarak iki ana dönemin ya da çağın olduğunu söylemektedir: Ilki onun özgür bir biçimde kendi ilişkilerine akla göre yön vermeden yaşadığı dönem; ikincisi özgür bir biçimde akla uygun bir yaşam sürdürdüğü dönem (Fichte 1971c: 8).Bu iki ana dönemde akıl bakımından belirleyici olan iki kavram ise içgüdü ile özgürlük kavramıdır. Fichte’ye göre içgüdü kördür ve içgüdü durumunda herhangi bir bilinç yoktur. İçgüdünün  karşıt kavramı olan özgürlük durumunda ise “özgürlüğün gerçekleşme temelleri” hakkında açık bir bilinç sözkonusudur. Fichte’ye göre “özgürlüğün gerçekleşmesinin ortak temeli ise akıldır” (Fichte 1971c: 9). İçgüdülere bağımlılıktan (ya da başka bir dilegetirimle doğaya bağımlılıktan) özgürlüğe geçiş, aklın tarihsel gelişimi yoluyla olur.
Fichte içgüdüden tam bilinçliliğe doğru aklın tarihsel ilerleyişinde geçtiği ya da geçeceği beş dönem belirler: İlk aşama aklın bütünüyle içgüdülere göre hareket ettiği dönemdir. Fichte bu dönemi “İnsan türünün suçsuzluk durumu” olarak adlandırır. İkinci dönem, aklın dışsal, zorlayıcı bir güce dönüştüğü dönemdir; bu dönem ise “yarı günahkarlık durumu” olarak adlandırılır. Üçüncüsü hakikat ile akla karşı tam bir kayıtsızlığın olduğu dönemdir ve bu “tam günahkarlık durumudur”. Dördüncü dönem akıl bilimi (Vernunftwissenschaft) dönemidir. Bu çağda hakikat en yüksek değer olarak görülmeye başlanır. Fichte bu dönemi “yarı aklanma (Rechtfertigung) durumu” olarak adlandırır. Beşincisi ise, akıl sanatı (Vernunftkunst) dönemidir. Tam bir bilinçlilik, özgürlük çağı olan bu dönemi Fichte “tam aklanma ve kutsanma durumu” olarak görmektedir (Fichte 1971c: 11,12). Aklın ileriye doğru gelişimini gösteren bu aşamaların ya da dönemlerin de gösterdiği gibi tarihin ereği aklın tam bir bilinçliliğe erdiği, böylelikle de özgürlüğün gerçekleştiği son aşamaya varmaktır. Akıl böyle bir ereğe ulaşma yönünde çaba göstermektedir. Ne ki aklın ilerleyişi devam etmektedir ve çağımız Fichte’ye göre henüz tam günahkarlık durumundadır.
Ben Fichte’nin Simdiki Cagin Ana Cizgileri adli kitabini okudugumda kendisinin insan icselligini hice sayan bir soylemiyle karsilasmadim. Zira, bir bilim adami edasiyla Kant’in pratik zekasindan etkilenmesi ve bizlere matematiksel bir akil tasarimi ortaya koymasiyla boyle bir iddiasi oldugunu varsayanlar var. Benim anlayisim el verdigince sunu soyleyebilirim:” aklin Fichte’nin soyledigi gibi tarihsel ilerleyisindeki bilincsel asamalarinin ilk iki feyzinde Ben Benim temel esas olarak alinabilir cunku akil pratikseldir, fakat akla karsi tam bir kayitsizligin oldugu ucuncu feyz ve sonraki asamalar hakkindaki bilgisizligimiz sebebiyle Ben benim temel esasini kor bir sekilde kabul etmemizi sadece caresizligimizden diye dusunuyorum. Yani 2+2=4’dur ama bu, bu gercekliginde yikilamayacagini mi gosterir? Ben aklin( Ben’in) kendi bilincini kesfetmesi asamasindaki zaman mevhumunda saltiklastigi dusuncesindeyim yani A≠A. Bu konuda tumevarim fikrindeyim. Diyeceksiniz ki, Didem sen dun Spinoza’yla ayni fikirdeydin ve tumdengelim konusunda onunla da ayni fikirdeydin. Evet o fikirinde dogruluguna inaniyorum. Sebeplendirmem ise su: Bence bilinc statiktir. Bir itme ve cekim durumu soz konusudur. Saltik ben’in itme gucuyle olusan fraksiyonlar Ben’leri olustururken, yine saltik Ben’in cekim gucuyle bu Ben’ler ona varma ic gudusundedir. Toprakdan geldik topraga gidiyoruz sozu gibi tumden geldik tume variyoruz… Saltik Ben’le Ben’ler arasindaki bu manyetik guc bence bir kisir dongudur. Masaniza dokulen kucuk bir su damlasinin hemen bitisigindeki buyuk su birikintisine, masanizda hic bir hareket olmamasina ragmen, karistigina sahit olmussunuzdur cogu kez, cayin nehire, nehirin denize ulasmasi gibi… Bunun sebebini ne sekilde acikliyorsak bence Ben’in de saltik Ben’e ulasmasinin sebebi odur. Neyse bu da benim safsatalarim… Sonuc olarak Fichte’nin ozgurluk konusundaki bakis akisi dikkat cekicidir. Ic gudulerimizle yasadigimiz ozgurluk donemi ve aklimizla yasadigimiz ozgurluk donemi. Ic gudulerimiz kordur. Haliyle kontrolsuz bir ozgurluk dur ilk donem, aklimizla yasadigimiz ozgurluk ise sartlidir diye dusunuyorum. Sartlandirilmis ozgurluk ozgurluk mudur? Yine etik konusuna geldik…

Tumdengelim ve Spinoza

Tumdengelim ve Spinoza


Insanin kendi bilinci ile ilgili olarak bilgi sahibi olmasinin ona ileride kendi icselligini yasamasinda yardimci olacagi kanaatindayim. Arastirirken okudugum seylerde kendimi buluyorum ve hem fikir oldugum seyler kadar ayni fikiri paylasmadigim sonrasinda da neden hemfikir olmadigima dair kendimi sorgulayip kendi capimda sartlandirilip sartlandirilmadigimin cevabini bulmaya calisiyor kendime elestirisel yonden bakmaya basliyorum mesela. 

Acikcasi kendine bu kadar elestirisel yonle bakan bir insan olmayi pek beceremedim. Kendimce kendimi sorumluluk sahibi ve bir cok insandan cok daha mantik cercevisinde olaylara bakabilen bir insan olarak bilirken, dusunce yapisinin karmasikligi ve ben bilincinin varliginin hic farketmedigim yonlerini yavas adimlarla kesfederek kendime hem ozne hem de nesne olarak odaklanmaya calisiyorum. Ozne faktorunu unutmanin bu kadar kendi benligime odaklanmisken mumkunatini dusunurken bazen korkuyorum. Kendi bildigimin hic bir sey olmadiginin farkinda olan bilincimle, hic bir seye sahip olmayan ben’in bu kadar egosuna yenik dusmesi de uzuldugum seyleri asmaya calismamda kendimi teskin yolun oldu. 

Sonuc olarak felsefe oznenin kendini nesne olarak ele alabilmesini saglayan tek daldir. Bu yolda ilerlerken de felsefesini ortaya koyan kisilerin soyledikleri her seyin dikkate alinmasi gerekir. Bu sizin kendinizi anlamlandirmaniz da onemli ipuclari verir ya da cok yonlu bakmanizi saglar.

Dusuncelerimi bu konuyla ilgili paylasdikdan sonra konuyu Baruch Spinoza’ya cevirebiliriz. 

Kimdir Baruch Spinoza? Yahudi bir anne babanin haham yapmak istegiyle yetistirdigi, egitimini de o zamanin en ileri gelen din adamlarindan almis, sonrasinda da dininden cherem (aforoz) edilmis bir filozofdur Spinoza. Dusunuldugu gibi tanriyi redettiginden degil sadece yahudiligin tanimladigi sekilde olmadigi fikrini savundugu icin kotu cocuk olarak kabul edilmis. Bu sebepten sehir sehir de gezmisdir. Kendisi gozluk cami isiyle de ugrasir. Bazi filozoflar kendi aralarinda Spinoza’ya gonderme yaptiklarinda mercegi perdah etmek sozunu kullanir cunku Spinoza herkesin baktigindan cok daha farkli bir sekilde bakmisdir ben bilinci konusuna. 

Herkes tumevarim derken o tumden gelime inanir. Herseyin tanrinin bir sureti oldugunu belirtir. Tanri ve dogayi ozdeslestirmistir.  Spinoza’yi diger filozoflardan ayiran en buyuk ozellik, diger filozoflarin kendi goruslerini matematiksel yontemle aciklasa da o geometriksel olarak aciklamayi uygun gormusdur. Bu da onun savunduklarini anlamada ve yorumlama da sorunlara yol acmisdir. 

Simdi olayi biraz daha derinden alirsak; Spinoza’ya gore töz tanridir. Onun bahsettigi tanri uhrevi tanri ya da felsefi tanri degildir. Onun bahsettigi tanrinin nedeni kendindedir. (causa sui) Ezeli, ebedi ve bitimsizdir.Herseyin kendinden cikabildigi bir varolusdur. Ona gore tanri inanilirlik ilkesine degil bilinebilirlik ilkesine dayalidir. Kisacasi o tanriya inanilmayip bilinebilmesi gerektigini savurunur. (Boyle dusunen bir adamin tanritanimaz olarak bilinmesi de ilginctir)

Bir cok filozof bedenin ruh ile karsilastirmasinda kucumser bir tutum icerisindeyken Spinoza bedeni yuceltir. Bizler bir konu hakkinda bilgiye ozne nesne iliskisi ile varip daha sonra bunu ozneyi nesne olarak ele alarak icsellestiririz. Buna onun terimlemesiyle affectus denir. Fakat bu affectuslar gokden zembille inmemisdir ona gore, tum bunlar bedenimizin onceden deneyimledigi seyleri imgeleyerek bize tanitmasiyla olusur. 

Tume varim degil tumden gelim’i savunan Spinoza, icsellikle elde edilmis her fikrin ‘sey’ oldugunu soyler ve her ‘sey’ bir kudrete sahiptir ve bu kudretin goreceli oldugunu belirtir. Haliyle kudretin derecelendirilmesine gore affectus’un tekabulunun oldugunu soyler. 
—eski sevgilinizin fikri, çağrıştırdığı, hafızanıza ait bir dizi fikirle birlikte, sizde bir ruh hali belirlemeden edemez: Bir “duygu” —nefret, içerleme, gocunma… hüzün… Ya da hayır, bunlar “duygu” filan değil, “tutku halleridir” —sevgi, nefret, haset, içerleme, hepsi bedeninizin başına gelen, ürperten ya da gıdıklayan heyecanlardır. Spinoza diyecektir ki, unutmayalım, “bedensel karşılaşmalar”, dolayısıyla fikirler hep birbirlerini takip ettiklerine göre, belirledikleri duygular da birbirlerini takip edeceklerdir: Duygular her zaman, bir değişmeler dizisi içinde yaşanırlar. Eski sevgilinizden artık uzaklaştınız, sevdiğiniz bir dost, ona tekabül eden bir heyecan —neşe, sevinç… Hayat böyledir, başka türlü değil: Duygular anlık haller değildirler —Spinoza’nın deyişiyle “varolma kudretimizdeki” artış ya da azalışlardır duygular. Ve biz, kendimizi sokakların tesadüfi keyfine attığımızda, Simmel’in “metropoliten” insanı gibi, sürekli bir “değişiklikler zinciri” içinde yaşamaya mahküm görünüyoruz: Neşe-hüzün-keder-sevinç-hoşlanma-gıdıklanma… Sevinç ile Kederi Spinoza bütün öteki duyguları türeteceği iki temel kutup olarak çekip alır böylece —insanoğlu, yaşamın her düzleminde, birey ya da grup halinde bu iki duygu arasında savrulup durur bir haldedir

Yukaridaki orneklemeyle ayni zamanda anlatilmak istenen, bizim varolus kudretimizin tekabuldeki onemini ortaya koymaktir. Her şey “bedenimize ve düşüncemize” uygun gelen “karşılaşmalar” örgütleyebilme işidir. Çünkü aslında “duygulanışlarından başka hiç bir şeyle” tanıyamadığımız bedenimiz, karmaşık yapısı nedeniyle birden fazla yoldan “etkilenebilme”, yani “duygulanabilme” kapasitesine sahiptir. Bizim varolus kudretimiz olaylari karsilamayi manipule edebilme gucune sahiptir Spinoza’ya gore ve bu manipule olumlama uzerine olmalidir. 
Blyenbergh adlı, sıkı Hıristiyan ve gençten bir mektup arkadaşı bir ara Spinoza’yı şu sorularıyla bunaltmaya girişir: Bayım sizin felsefenizde “kötülüğün” yeri nerede? Tanrının buyruğunca yasaklanan, “günah” olan, ve Adem’in “düşüşüne” (cennetten kovuluşuna) götüren “kötülük” hani? Spinoza önce işi saflığa vurur: Kötülük yalnızca bir bedenin karakteristik birleşimini, organizmasının düzenini dağıtan veya zarar veren bir karşılaşmadan ibarettir. Tanrının gözünden bakıldığında da böyle bir şey asla kötü filan değildir. Spinoza “skandalı” başlamıştır. Blyenbergh ısrar eder: Bayım, siz şeytanın ta kendisisiniz! Tanrının ahlaki yasağı ve cezası sizin felsefe sisteminizin neresinde duruyor? Spinoza bu soruyu, biraz sabırla ve neşeli bir “Ademin düşüşü” öyküsüyle yanıtlar —tabii kendi yöntemince: Sürekli olarak Adem’e elmayı yemesini yasaklayan Tanrı örneğini önüme sürüp duruyorsun. Üstelik bunu bir ahlak yasası olarak kabul ediyorsun. Ama bu iş hiç de bildiğin gibi olmadı. Tanrı Adem’e yalnızca elmayı yerse zehirleneceğini, başka bir deyişle elmayla karşılaşmanın Adem’in bedeninin karakteristik bileşimini bozacağını anlattı. Elma senin için zehirdir. Ama Adem, Hıristiyanların inandığının aksine “ilk insan” olduğu ölçüde hiç de anlayışlı ve yetkin biri değildir —eğer elmayı yediyse bu Tanrının buyruğuna boyun eğmediği ve günah işlediği anlamına gelmez. Olsa olsa elmanın kendi bedeninin içsel düzenini bozacağı konusunda hiç bir gerçek bilgiye sahip olmadığı, kısacası ne kendi bedenini ne de elmayı, ayrıca kendi bedeniyle elmanın karşılaşmasıyla neler olacağını hiç mi hiç bilmediği anlamına gelir.

Bizler tanrinin sifatlari ile onun varligini kendi beseriyatimizda yasatmaya odaklanirken Spinoza’ya gore tanri icin boyle sifatlarin karsiligi yoktur.

Ben Spinoza ile tumevarim’dan ote tumdengelim anlayisinda hemfikirim. Adem’in elma yemesi olayinin onun icsel duzenini bozacagi fikir uzerinden yurutmus oldugu mantiga da katiliyorum. Zira tumdengelisci bir anlayisda amac tume ulasmak ve icsellige odaklanmaysa insanlarin bilmedigi ve deneyimlemedigi seyler hakkinda hata yapmasi ahlaksizlik olarak nitelendirilmemelidir. Tabi burada ince bir nuans var. Adem’in olayi simgeseldir ve simge ozneye bilgisini oznenin kapasitesince verir. Bilinc duzeyi ve bakis acisi korlesmis bir insan icin kuskusuz ki Adem’in elma yemesi olayi ahlak ve etik uzerine kurulmusdur ve hatta kurulmalidir. Zira bilinc duzeyinin el verdigince simgenin kendini aciklamasi isi farkli boyutlara goturur. Iste bu nokta da Sartre’nin de dedigi gibi ne ise o olmayan ne degilse o olan insanlar oluveriyoruz. Benim Spinoza’yi su anlayis cercevemde elestirdigim nokta tanri ve sifatlari konusuna geldigimizde ortaya cikiyor. Tumden gelim mantigini var saydigimizda insanin kendinde var ettigi her sifatin ondan geldigini varsayiyorum ben bunu tasavvufda Cemal ve Celal sifatlari olarak da gorebiliriz. Tabi bu durum bizi etik konusuna surukluyor. 

ne ise o olmayan ve ne değilse o olan

ne ise o olmayan ve ne değilse o olan
Ben Bilinci


Eco cogito ergo sum (Dusunuyorum o halde varim) sozunden ne anliyoruz? Cunku cikardigimiz anlam ben bilincini anlamamizda onemli bir yer tutmakdadir. Daha once ki yazimda belirttigim gibi, Sokrates en degerli bilginin kisinin kendisi hakkinda yasantisi suresince elde ettigi bilgi oldugunu one surmusdur. Yani bilginin goreceliligiyle sofist bir tutumda olmakla birlikte kisinin kendine has goreceli bilgisinin en degerli bilgi oldugunu soyleyerek burada bir ben bilincinin oldugunu vurgular.

Ben bilinci nedir? Simdi varsayalim ki ben anliksal bilincimle yani duyularimin bana musade ettigince karsimdaki insanin guldugunu bildim. Bu bilginin icselligini kavrayan mesela karsimdaki insanin neden guldugunu kavramami saglayan refleksif bilincimdir. Anliksal bilincimle refleksif bilincimin farkli olmasi yani kendi bilincimin bir icselliginin olmasi baska bir beni ortaya koyuyor. Baska bir orneklemeyle ben masamdaki kalemin mavi oldugunu biliyorum. Bir ozne (bilen) olarak nesneyle (bilinenle) etkilesimim sonucunda bu bilgiye vardim. Ozne ile nesne arasindaki ektilesimle elde edilen bilgi ve oznenin bilgiyi icsellestirmesiyle elde edilen bilgi farkli bilgilerdir. Mesela , tamam , kalem mavi de maviden nefret ettigimi nesneyle etkilesimden cikaramayiz ama refleksif bilincim bunu bilir. Bu durum bizim ozneye yonelmemizi tetikler. Neden mi? Simdi bir ozne nesne olarak kendisini ele alsa, oznenin nesneden aldigi bilginin icselligi oznenin kendi var olan icselliginin etkilesimiyle mumkundur. O halde anliksal bilinc ve yansimasi yani refleksif bilincin farklilasmasi ozneldir. O halde “ben” kavram olarak saltiktir. Yani kendi basina var olan, kosulsuz ve mutlaktir. 

beni bende demen bende değilem
bir ben vardır bende benden içeru.

sozu tam da bununla ilgilidir. 

Tabi ki bu konuyla ilgili farkli yaklasimlar mevcut. Mesela J. Krishnamurti, dusuncenin yeni olmadigini, arkatasarin, gecmis ve birikmis deneyimlerin verdigi bir tepki oldugunu ileri surer. Ona gore insanlar deneyimlerini ve gecmisini deneyimledikleri ‘seye’ katarak dusuncelerini sekillendirirler. Is boyle olunca ortaya cikan dusuncenin de yeni olmasi beklenemez. Bizim dusunce yapimiz deneyimledigimiz seyleri arkatasarinla ozdeslestirmeye ugrasirken yeni bilginin kesfini engeller. Kendi deneyimledigi seylerle dusunmeyi secen ‘ben’ (I) Tanriyi deneyimleyemez. ‘Ben’ (I) her zaman bilinmeyeni bilinenin icine alabilmeyi arar. 

Iste bu noktada fenomenoloji’ye giris yapmak dogru olur. Husserl’in herkesin bir tikaniklik yasadigi bir donemde yeni bir felsefi akimdan cok, farkli bir yaklasimla, felsefeye yeni bir boyut kazandirmasina deginmemek hata olur. Fenomenoloji Indirgeme (reduktion), yonelimsellik (intentionalitat), kurulus (Konstution) uc temel kavram olusmaktadir. Bunlara deginmeden once temelinde yatani anlamamiz lazim. Simdi, dusuncenin olusumunda cesitli arkaikler ya da arkatasarin diyebiliriz etkisi vardir. Gecmis deneyimlerimize yeni deneyimlerimizin icine almaya calismak durumu yani… Peki boyle bir durumda yeni bilgiye ulasmamiz mumkun olmuyorsa oradaki ‘Ben’ faktorunu yani ozne faktorunu indirgersek nesnenin yani bilinenin ozune inmis olur muyuz? Fenomenolojinin amacladigi da budur. Bilinenin(nesnenin) ozneyle(bilenle) etkilesimini bilginin olusmasinda rededer. Bilinenin(nesnenin) kendi varliginin rastlantisal dis gorunumunu ve ozneyi indirgeyerek dunyanin ozune yani “salt oz” ‘e (eidos) ulasilabilecegini varsayar. 

(Meditasyonun hedefledigi de bir anlamda salt oze ulasmaktir. Bu noktada bunu da belirtmek istedim.)

Indirgeme(reduktion)- Indirgeme, Husserl’e gore dogal tavrimizin ve dusuncenin icindeki oznenin indirgenmesi durumudur. Buna fenomenolojik epokhe  denir. Epokhe asamasinda dis dunyayi redetme durumu yoktur, bizim kendi on yargi ,sartlandirilma ve deneyimlememizle sekillendirdigimiz dusunce seklini bu on yargi, sartlandirma ve deneyimlemeleri yok sayarak yapilandirmaktir. Masamdaki kitabi duyularimla, gostergelerle (semiyoloji) simgesel olarak algilamakdayim. Gostergeleri ve duyularimi bir kenara birakirsam kitabin sadece ideasi kalir. Kitabi kitap yapan bu dusunsel ozdur. 

Krishnamurti, koşullanmaya (dogal tavir) örnek olarak kendisinin Hindistan’da bir Brahman olarak yetiştirilmesini verir ve bir çözümlemeye girişir: “Ben Hindistan’da bir Brahman olarak yetiştirildim ve ben buyum diyorum. Bu, kökleri oldukça derin bir önyargı, tarihsel, kültürel unsurlara dayanıyor ve gelenekler benim bu olduğumu söylüyor. Bu benim koşullanmam. Zihnin, söz konusu koşullanmanın ayırdına varması olanaklı mıdır? Yalnızca bu. Fazlası değil. Bu koşullanmanın ayırdına vardığında neler olur? «koşulluyum» diyen ben (I), koşullanmadan farklı mıdır? İmge gözlemleyendir. İmge nasıl yok edilecek, öyle ki bundan özgür olacağım.  (http://www.usdusunveotesi.net/yazilar2.asp?yno=44&bant=4&katno=4

Birde Sartrenin Egonun askinligi adli eserinde (transcendence of ego) Husserl’in fenomenolojik yaklasimini kendine uyarlayarak fenomenolojik ontoloji durumunu ortaya koymusdur. Sartre’ye gore ozne-nesne iliskisi vardir fakat oznenin nesne olarak kendisini ele almasinin mumkunlugunu sorgular. Bu noktada ozne ile ozne iliskini ortaya koyar. Insanlarin diger insanlari nesnesel olarak ele almasi ben(I) bilincini yani egoyu ortaya koyar. Insanin kendi oznelliginin ozgurlugu kendini nesnelestirmekde engel teskil eder bu durumda ozne asla kendini nesnelestiremez ancak farkli oznelerce nesnelestirilebilir. Sartre bunu su sekilde orneklemisdir:
"Kıskançlık ya da çıkar nedeniyle anahtar deliğinden içeriyi gözetliyorum. Yalnızım ve ben’in konuşlandırıcı olmayan bilincinin düzlemindeyim. Yani bilincimde ikamet eden bir ben yok…Aniden koridorda yürüyen bir ayak sesi duydum: Bana bakıyorlar…Başkasının bakışı ve bu bakışın ucundaki kendimi bana açık eden…utançtır.” (http://www.posseible.com/uploads/dergi/24.pdf)

Baskasinin bakisi bakilan kisiyi nesnelestiriyor. Halbuki anahtar deliginden bakan ozne refleksif bilincinde degil. Yani kendini nesnelestirerek icsellestiremiyor. Baska bir oznenin onu nesnelestirmesiyle kendi icselligini buluyor. 

Ne ise o olmayan ve ne degilse o olanlariz bizler onun deyisiyle…

Bu durum bizi karsindakinde kendini bulma konusuna getiriyor cunku bizler karsimizdakilerle onlari bilmek degil anlamak ve tanima ic gudusuyle iliski kurariz. Yani ben kendini otekinde kesfeder. 

Sartre’nin bir oyunu var bununla ilgili Gizli Oturum adli. Burada insanlarin kendilerini baska insanlarda kesfetmesi uzerine durur. “Cehennem baskasidir” diyerek de oyunu bitirir. Bu oyunun bir de Turk yapimini buldum. Sizlerle paylasayim dedim. 



Ben bu konuda Sartre’ye kendi goreceliligimle katiliyorum. Tuttugum notlarda oraya buraya yazdigim seylerde her zaman kendimi baskasinin bende biraktigi imgelerde  buldugumu farkettim cunku bu imgeler sizin dogal tarzinizi ortaya koyar. Krishnamurti’nin savundugu, insanin kendi oznel varligini hice sayarak kosullanmanin ayirdina varma surecinin ancak kisinin oznel yapisinin belli bir yetiskinlige ulastiginda mumkun oldugunu dusunuyorum. Krishnamurti’ye gore kitaplar gereksizdir. Insanlar her turlu sartlandirilmayi elimine etmelidir ve kitaplar da kendilerince sartlandiricidir. Fakat benim gorusumce sartlandirilmanin elimine edilmesi once sartlandirilmanin deneyimlenerek, elimine edilmesi gerekliliginin oznenin kendi refleksif bilincinde uyandirmasiyla olabilecegini dusunuyorum. Yani aci biber yemek kotudur diyip aci biber yememeyi secmek yerine aci biber yiyip agzimi yakip sonrasinda aci biber yememeyi kabul etmekle ayni sey anlattigim durum. Ben benligin deneyimlerle kendi benliginin gereksizligini salt gercegi bulmakda kesfedicegini dusunuyorum fakat bunun belli bir bilgelik safhasinda mumkunatina inaniyorum. Sonuc olarak insanin kendi benligini hice saymasi belli safhada sarttir fakat bunu belli deneyimlemelerden sonra tekrar soyluyorum ki yapmalidir. Bu hiclik noktasina ulasmak icin once dusuncenin yapisini ve ben bilincini kesfetmek gerekir. 

"Bilen ile bilinen ayni olunca, her bilme girisimi bir degisimle sonuclanir. Bu sebeple insan kendini tam anlamda ele geciremez." (Metin Bobaroglu- Simgesel Dusunme)


"Bilen ile bilinen ayni olunca, her bilme girisimi bir degisimle sonuclanir. Bu sebeple insan kendini tam anlamda ele geciremez." (Metin Bobaroglu- Simgesel Dusunme)



durum boyle olunca insanlarin kendileriyle ilgili bilgi edinmeleri ve degisimin bir kisir dongu oldugunu var sayabilir miyiz? (ben biliyorum, bildigim beni degistirdi, artik yeni bir bilgi dogdu,  bilgiye ulastim, o bilgi de beni degistirdi ve yeni bilgi dogdu) 


Varlik cok yonlu ve cok boyutludur ( mesela subje ile obje ayni olunca bilginin varliginin hem subjede hemde objedeki degisikligi varligin cok yonlu ve cok boyutlu oldugunu bizlere kanitlar) Bu sebeple bilgi ait oldugu alan, elde edilisi , ozne nesne iliskisi ve bilgi akti acisindan cesitli turlere ayrilir. 

Gundelik Bilgi - duyu organlari araciligiyla dis dunyanin aciklanmasi durumudur. Subjektif, sonuclari kesin degil ve nedensellik ilkesine dayanmaz. 
Teknik Bilgi-  Teknik bilginin bilgi akti yarardir. Insanin temel ihtiyaclarini karsilamak ve gunluk yasamini kolaylastirmak amaciyla arac gerec yapimi ile ilgili bilimdir. Gundelik bilgiye dayali teknik bilgi ve bilimsel bilgiye dayali teknik bilgi olarak ikiye ayrilir. 
Sanat Bilgisi - Bu kavrama gucu akla dayanmaz. Duygu, cosku ve sezgiye dayalidir. 
Dini Bilgi- Peygamberler araciligiyla vahiy yoluyla ulasan asla degismeyecegi kabul edilen dogmatik bilgilerdir. Evrensel gercek doga ustu bir guc ya da guclerin varligi ile aciklanir. 
Bilimsel Bilgi- bilimsel yontem ve akil yurutme yoluyla variklar hakkinda elde edilen bilgidir. (hipotez-tez) Nesnel( bireyden bireye degismeyen) , evrensel. akla ve mantiga dayali, birikimli olarak ilerleyen, sistemli ve duzenli, elestiriye aciktir. 
Felsefi bilgi- suphe edilerek baslayan dusunme yolcugundaki suphe edilemeyen en son dusuncedir. Subjektif, elestirici, akla dayali, her sorunu aklin suzgecinden gecirir, aciklamalarinda bitmislik ya da kesinlik yoktur, sistemli, duzenli ve birlestirilmis bir bilgidir. 

Bilgi oznenin nesne ile kurdugu bagdan  cikan urundur (bilgi akti). (o halde oznenin anlamadaki goreceliligi ve kavramasi bilginin kendisinde buyuk rol oynar -sofizm) ( Mesela bir kisi baska bir kisinin pembe tshort giydigini bilirken, diger kisinin o kisinin pembe tshortu meme kanserine savas mesajiyla giydigini bilmesi gibi) (o halde bilginin kisinin sahip oldugu bilgiyle etkilestigini soyleyebiliriz-burada varsayilan durumun nature vs nurture durumuyla alakasi yoktur. Bilginin sezgisel ve ya sonradan insanda var oldugu tartismasindan ote anlatmak istedigim, o anda insanda sezgisel ve ya sonradan ogrenildigine bakilmaksizin, kendinde var olan bilginin etkisiyle kendi goreceleriyle baska bir bilgiyi algilamasindan bahsediyorum)

Epistemolojk teorileri ele aldigimizda ise bilginin varligi cok farkli boyutlara ulasiyor. 


Sofizm- insanlarin algilamadaki goreceliligini ele alarak her insanin hem fikir olabilecegi bir bilginin olamayacagini savunurlar. Protagoras (dinsizlikle suclanmis ve kacarken bogularak olmusdur)   ve Georgias en onemli sofistlerdir. Georgias’a gore “Gercek yoktur, olsaydi bilinemezdi, bilinseydi bile baskasina bildirilemezdi)  


Protagoras dusuncenin varliginin goreceli oldugunu Heraklitos’un “hersey degisir” sozunden yola cikarak ulasmisdir. Eger hersey degisiyorsa, bilginin kendiside bilgiyi kavrayanin da degisecegini varsayabiliriz. Protagoras bilginin kavranmasi eylemini gerceklestiren insanin, varolan seylerin varolduklarinin, varolmayan seylerin varolmadiklarinin olcusu oldugunu iddia etmisdir.
Georgias’da bu nihilist yaklasimda bilginin var olmadigini ve insanoglunun bir sey bilmedigine kanaat getirmisdir.Ona gore bilinecek bir sey yoktur, bir sey varsa bile bilinemez ve bilinse bile baskalarina bildirilemez. Bilginin varligini tamamiyle reddeden Georgias’a gore insanlar hitap sanatiyla manipule edilebilir. Dogrulari da hitabet sanatinin on gordugu ikna ogelerinden oteye gecmez. 

Ben sahsen bilgiden ote, bilginin algilanmasinin, algilayanin algilama yetisine ve her turlu degisimleri de baz alarak goreceli olduguna inaniyorum fakat var olan bilginin sadece insani baz alarak varliginin tartisilmasinin karsisindayim.  Bence gercek bilginin olcusu insan degildir. Bilginin algilanmasinin boyutlarinin olcusu insandir.  Georgias’in dedigi gibi insanlarin ikna yontemiyle dogrularinin sekillendirilip sartlandirilabilecegine inaniyorum. Psikoloji de bunun dogrulugunu kabul etmemizi saglayan Skinner’s Box deneyinden yola cikarak sartlandirmanin bilgiyi algilayanlarca, bilginin algilanmasinda bir faktor oldugunu kabul ediyorum fakat bilginin varolmamasi durumunu  sorgulayamamaktayim. Soyle ki: “ bulundugum restaurantin masasinda pembe ve ustunde menusu hakkinda bilgi veren bir plastik plaket var. Bu bilginin dogrulugunu kendi algilama yetimi sorgulayarak tartisabilirim. Mesela pembe oldugunu tartisabilirim. RGB( red, green, blue uzayinda)’deki degeri 255, 203 ve 219 olup hex degeri  #FFCBDB olan dalga boyu ve frekanslandirmada ki  retinal algilamayi pembe olarak simgelendirerek (sartlandirarak) bir bilgi olusturulmustur. Benim bu bilgiyi dogrulamam benim algilarimin yetisiyle ve sartlandirilmayla sinirlandirilabilir. Soz odur ki, eger retinal bir problemim var ise kirmiziyi pembe olarak gormem de mumkun olabilir ve ya sartlandirilmayla bu dalga boyunun pembe degil de yesil oldugu da kabul edebilirdim. Bu durumda bilgi bana gore degiskendir. Fakat bu, orada her ne renkde ve sekilde olursa olsun bir plaketin oldugu gercegini degistirir mi? Iste burada kafam biraz karisik cunku benim icin yeni olan ve hakkinda cok fazla bilmesemde kafamda yuzlerce soru sormama yol acmis tanri parcacagi olarak da adlandirilan higgs bozonu olayina deginmeden edemiyorum. Bir maddenin isik enerjisine donusturulmesi mumkun ise karsi tepkime olarak isiginda maddeye yani bir kutleye donusturulmesinin mumkunlugu kanitlandi. Yani o masada gordugum plaket bir enerji carpismasi dogrultusunda karsimda varligini sunuyor. Ne renk olursa olsun, ne boyutta olursa olsun, ne ise yararsa yarasin karsimda duruyor. Bu cisim , bu kutle bir enerji carpismasindan var olmusdur. Kutleyi hice saysak da enerjiyi hice saymamiz dogru mudur? O halde o plaketin var olusunu dolayisiyla bilginin varligini ne boyutlarda sorgulamaliyim? Bir bilginin varolusu o bilginin nesneselligi ve icselligi ile mi mumkundur? Yoksa yoktan var mi olmustur?


Akilcilik (Rasyonelizm) - bilginin kaynaginin akil oldugunu ileri suren, dogru bilginin ancak akil ve dusunce ile elde edilebilecegini one suren yaklasimdir. Sokrates, Platon ve Aristoteles savunucularidir. 

Sokrates bilginin diyalektiklerle sorgulanip curutme yoluyla elde edilen goreceli bilgilerin tekrar sorgulanip curutme yoluyla degisebilecegini vurgular. Bu sebeple gercek deger tasiyan bilginin insanin kendi kendisi hakkinda buldugu bilgi olduguna inanirdi. 
Platon’un gorusune gore bilgi doxa (duyumsal duyu organlarimizla algiladigimiz bilgi) ve epistemelerden olusmusdur. Duyu organlarimizin sezmesiyle ortaya cikan doxal dunyanin egreti ve dogru olmadigini ileri surerken, epistemenin aklimizin dogrulari oldugunu ve degismeyecegini belirtmisdir. Platonun akla yatkin olan bilginin degismeyecegi konusundaki yaklasimin ne kadar kisitli ve yetersiz oldugunu Gettier yazdigi uc sayfalik bir onermeyle gostermistir. Gettier, eger Platon’unda dedigi gibi bilgi akilcilikla aklin kabul ettigi varsayimsa, aklin kendi gerekcelendirmelerinin sorgulanmasinin onemi uzerine goruslerini bir orneklendirmeye belirtmisdir. Her gerekcelendirilen varsayim  bilgi olarak adlandirilamaz. Bunu ornekle su sekilde aciklamis:

“For example, I am watching the men’s Wimbledon Final and John McEnroe is playing Jimmy Connors, it is match point, and McEnroe wins. I say to myself “John McEnroe is this year’s men’s champion at Wimbledon”. Unbeknownst to me, however, the BBC were experiencing a broadcasting fault and so had stuck in a tape of last year’s final, when McEnroe also beat Connors. I had been watching last year’s Wimbledon final so I believed that McEnroe had beaten Connors. But at that same time, in real life, McEnroe was repeating last year’s victory and beating Connors! So my belief that McEnroe beat Connors to become this year’s Wimbledon champion is true, and I had good reason to believe so (my belief was justified)—and yet, there is a sense in which I could not really have claimed to ‘know’ that McEnroe had beaten Connors because I was only accidentally right that McEnroe beat Connors—my belief was not based on the right kind of justification.”



“Ornegin, ben wimbledon finalini izliyorum. John McEnroe Jimmy Connors’la oynuyor. Mac puani oluyor ve McEnroe yeniyor. Kendime diyorum ki John McEnroe bu yilin erkekler wimbledon sampiyonu.. Fakat benim bilgimin disinda BBC kanalinda yayinlama problemi olusmus ve onlar Mc Enroe’nun Cannors’i yine yendigi  gecen senenin wimbledon finalini yayinlamislar. Ben gecen senenin finalini izliyormusum bu sebeple de McEnroe’nun Connor’i yendigini dusunuyorum. Fakat bununla birlikte , gercek hayatta McEnroe gecen senenin zaferini tekrarliyordu Connors’i yenerek. Benim gerekcelendirmemle, McEnroe’nun Connors’i yendigi ve wimbledon’in sampiyonu oldugu dogru, ve buna inanmak icin iyi gerekcelendirmelerim var ama ayni zamanda, bunun bir bilgi oldugunu iddia edemem cunku ben sans eseri McEnroe’nun Connors’i yendiginde hakliydim. Benim inancim dogru gerekcilendirmeler uzerine temellendirilmemisdi.”

Bu orneklemeyi ele aldigimizda akilci gerekcelendirmelerin bilgiyi olusturdugunu varsayamayiz. 


Deneycilik (Empirizm) ise bilginin sezgisel degil deneysel oldugunu one surer. Peki soz konusu buysa insanin kendisi ile ilgili olan bilgiye nasil ulasilabilecegi tartisilmalidir. Deney, yontemseldir ve bir insanin icselligini deneysel yontemlerle sunulmasi mumkun degildir. 


Bilgi felsefesinin kendisi karmasik bir konudur. Saniyorum ben bu konuda Sokrates’e katiliyorum. Bilgi bu kadar organik ve degisken boyutlari olan varsayimsal bir yapiya sahipken en degerli bilginin kisinin kendisini on goren bilgi oldugunu dusunuyorum. Sokrates’in kendini bil (know thyself) sozunu  kabul ediyorum. Refleksiyon yani ben bilincinde olmak ve bu yolda  elde edilen bilgi kisi icin kanimca en onemli bilgidir.  
Kıyas-ı batıl

Safsata ingilizce logical fallacy Osmanlica Kiyas-i batil demektir. Bir dusunceyi ortaya koyarken ya da anlamaya calisirken yapilan yanlis cikarsamadir. Bir dusuncenin ya da bilginin yanilsama ve degiskenlik ve boyutlarini ele aldigimizda her dogrunun safsata oldugunu ileri suren cureti gosteriyorum kendi capimda. Bu blog benim safsatalarimdan ibarettir. Her kim ki bu safsatalarin safsataliklarini bir kenara birakip kendi safsatalariyla yorumda bulunmak, akil vermek isterse buyursun versin. Minnet duyarim. Bunu ana avrat sahsima kufur etmeden yaparsa mest olurum. Yok hayir tersini yapiyorsa ihtiyaci vardir diyip onemsemem. 

Ben hic kimseyim. Kimseye kim oldugumu gostermek zorunda degilim. 

Kaynak olarak internetteki guvenilir web sayfalarini ve bana bir sekilde ulasan bir de calarak sahip oldugum kitaplari kullandim. Bir de psikoloji ogrencisi bir birey olarak kendi universitemin online kutuphanesindeki kaynaklardan faydalanmaya calisdim. (Ogrenci olduguma bakmayin ben 32 yasindayim.)  Onlarin yazdiklarinin uzerinden konulara girdim. Kendimce diyalektik bir uslup edindim. Kendi mantigimi yurutmeye calisdim. Bu sebeple tekrar diyorum ki okuduklariniz safsatadan oteye gitmeyebilir. 

Genelde izledigim yol, bir kitaptan aldigim bir cumlenin uzerinde durup kendimce gerekli gordugum bilgileri toplayip bunu kendi zekam ve kapasitemce mantiksallastirmak, elestirmek, hem fikir olmak ya da olmamak vs…

Hadi Bakalim!


P.S. Bu arada yazilarimin cogu ingilizce harf karakteri ile yazildi. Bunu duzeltmek konusunda da biraz tembelim sanirim.