Carl Jung ve Arketip Kavrami
Carl Jung ve arketip kavrami konusuna, universitede “Nature vs Nurture” argumani ile ilgili hazirlamis oldugum sunum sebebiyle epeyce asinayim ama arketip konusu Carl Jung’in derin calismalarininin sadece gorunen kismidir. Kendisi sorgulayan ve belki belli noktalarda da dogru sorulari sormayi basarabilmis sansli insanlardan biridir. (Belli konularda diyorum cunku hic birimizin her daim dogru sorulari sorduguna inanmiyorum)
Deneyimleme ve algilama konusuna gelince tum felsefe ve psikoloji dunyasi ikiye ayrilmis, kimisi algi ve tecrubelerin ogrenmenin kaynagi oldugunu vurgularken kimileri ise bazi bilgilerin bizlere genetik, sosyal ve cevresel olarak miras kaldigi dusuncesini savunmusturlar. Mesela, Darwin dogal seleksiyon teorisiyle bilginin genetik olarak aktarildigini “on the origin of species” adli kitabinda belirtirken, John Locke “Tabula Rasa” yani insan bilgi haznesinin bos bir levha iken tecrube etme ve algilama ile bilgi dagarciginin olustugunu iddia etmistir. Aslina bakarsaniz gunumuzde bu tartismanin bazilari tarafindan gereksiz oldugu dusunuluyor. Zira epigenetik konusundaki son elde edilen bilgiler Darwin’in iddialarini kanitlar niteliktedir.
Tabula rasa terim olarak bugune Aristotle zamanindan gelmistir. Psikolojinin ilk kitabi olarak da bilinen “De Anima or On the Soul” da Stoikler( eski yunan ogretilerinden, stoikler cok ilginc bir paganist yapiya sahip) ve peripatetikler ( aristonun ogretilerini takip edenler) konuyu tartisilir bulmus olsalarda , zihinin bos bir levha oldugu konusu o zamanlar kabul edilebilir bir gercek olmusdu.
Tabula rasa konusuyla ilgili olarak daha sonra Ibn Sina da goruslerini bildirmis ve insanoglunun zihninin dogusta bos ve bilgisiz oldugunu (Tabula rasa state), saf bir potansiyelle ogrenme egilimi gostererek daha sonra bildigini belirtmistir. Bu bilgi daha sonra empirik bir tanidikliga objeler sayesinde kavusmus (yani insan objeler ve tecrubeleri birbirleriyle eslestirerek bir tanidikliga kavusuyor) ve bu objelerin tanidikligi ile insan evrensel bir konsept olusturmustur. Ona gore , entelektin kendisi elde edilen bilgiden gelisimler gosterir (al aql al hayulani) ve bu potansiyelle active entellekte (al aql al fail) (insan entelektuelitesinin bilginin mukemmel kaynagina kavustugu durum hali) bilgi sunabilir. (Ibn sina aklin gelisimini tume varim fikriyle cesitli sekilde siniflandirmisdir. Al aql al fail bu siniflandirmada entelektin tume varimdaki en ust seviye olduguna inanmisdir.)
Yine Islamik filazoflardan Ibn Tufail colde yalniz basina yetismis kucuk bir cocugun hikayesini anlattigi filozofik yapitinda Tabula rasa’yi kendince onamisdir. Bu yapit daha sonra 1671 yilinda latinceye cevrilmisdir. John Locke kendi “Insanin anlamasi ile ilgili gorusler” adli yazisinda Ibn Tufail’in bu yapitindan oldukca etkilenmisdir. ( O kadar etkilenmisdir ki, kucuk bir bebege belki bu cocugu psikopat ederim diye hic dusunmeden ve de cekinmeden psikolojik testler uygulamisdir yardimcisiyla)
Bu konuyla ilgili olarak katolik kilisesi yandaslari da kendilerince goruslerini bildirmisdir. Ben sahsen onlarin goruslerini cok fazla dikkate almiyorum. Nature vs Nurture konusunun tekrar canlanmasini ve bu sefer cok daha kuvvetli sekilde savunulmasini gerektiren gorusler ortaya 1900’lu yillarda cikmisdir. Bunlardan bir tanesi Sigmund Freud’un psychoanalizidir. Freud insanlarin kisilkilerindeki sekillenmenin aile dinamikleriyle alakali oldugunu ileri surmusdur. Insanin ozgur iradesinin olmadigini ve bu ozgur iradenin genetiksel sebeplerle degil ama yetisme kosullariyla sinirlandigini belirtmistir.
Aslinda Tabula rasa konusuna girildiginde isin bir de nurobiyolojik ve epigenetik kisminin da incelenmesi gerekir (Darwin’in teorisi burada desteklenir) ama ben bu konuya girmeden olayi Carl Jung’in arketipleri konusuna baglamak istiyorum. Simdi arketipler, tabula rasa, nature vs nurture olayi ne alaka diyenlere, evet efenim olayin pek bir alakasi vardir demek istiyorum.
Baslangicda hem fikir olsalarda daha sonra yollari ayrilmisdir Carl Jung ve Freud’un. Bunun sebebi, Carl Jung’in bir insanin kisiligini, karar verme mekanizmasini, bilmekle ilgili olan her seyin dinamigini aileye ve seksuel durtulerden ote birseylere bagli olduguna inanmasidir. Jung, Psiseyi bilinc ve bilincdisi olarak ikiye ayirmisdir. Bilincdisini da bilincdisi ve kollektif bilincdisi olarak ikiye ayirmisdir. Iste arketiplerin devreye girdigi ve Jung’i daha cok ilgilendiren kisim, kolektif bilincdisidir. Burada her ne kadar farkedemezsekde bellegimiz imgeleri topluyor ve yine bilincdisimizda bu imgeler betimleniyor ve bu betimlenen imgeler bizim karar vermede ve gerekse bilmek konusundaki merkezi kuvvetimizi olusturuyor. En temel anlamiyla bir kavramin uzlasimsal olarak betimlenmesidir arketipler. Bir dusuncenin, nesnenin, niteligin ve niceligin vb. ruhbilimsel ve dusbilimsel açıdan, tüm kavramlar doğaları itibari ile arketipsel olup, betimlemeleri arketipsel bir anlam taşıyan yapay belirtilerdir.
Arketipler evrenseldir ve nesilden nesile aktarilir ve Jung’in “The structure of the Psyche” kitabinda nesilden nesile gecen en buyuk arketiplerin din ile insanlara ulastigini vurgulamisdir. Carl Jung dort arketipten bahsederken bunun genisletilebilecegi ve sinirinin olmadigini belirtmisdir. Bu dort arketip “The self”, “The Shadow”, “The Anima or Animus”, “The Persona”. (Ben bu konuya da girmek istemiyorum. Arketipler ve evrensel anlamlari uzerinde durmak yerine burada insandaki ben bilinci ve bilmek uzerine durmak taraftariyim.) Carl Jung arketiplerin dogumdan once genetiksel olarak bizlere gectigine inanmiyor. Bunu : “ Bizler kalitsallasmis zihinsel goruntulerle degil fakat daha cok tabiatimizdaki egilimler sonucu kolektif bilincdisimizin, paralellere olan (transtemporal -ruyalar gibi-, kulturel ve kisisel) ilisiginde topladiklari zihinsel goruntulerin evrensellesmesi ve psisik’in yapilanmasiyla ugrasiyoruz. Bu arketipler biyolojik davranis kaliplarimizda etkilidirler.” diyerek belirtmistir. (Ikilibirlik -Archetypes & The Archetype of God)
Insanin dusunsel dogasi arketipleri toplar, insan bu arketipler yoluyla ve bu arketiplerin uzerine dusunerek olusur. (Simgesel dusunme- Metin Bobaroglu) Cevreden gelen bu imgelere isim takarak onlari farka getirir, isim dusunsel dogada var olan imgeyi cagirir. Yani sunu varsayabiliriz ki bir insanin bilgisi evrensel olarak ve bireysel olarak simgelestirdikleri ile sinirlidir.
Peki insanlardaki tanriya inanc ne noktada ortada cikar? Carl Jung’a gore arketiplerin algilanmasi ve bilincte yansitilmasi algilama ve anlamanin biz insanogluna sundugu hediyesidir. Son yillarinda arketiplerin bilincdeki yansimasi ve mucizeleri , bilincin kozmik anlami konularinda cok konusmusdur. Ve bilincin bu kozmik tarafi ona gore dinseldir. Psikolojik yazilarinda :” Ancak psisenin dogrultusunda tanrinin bizde etkisi oldugunu dusunuyoruz ama biz bu etkinin bizim bilincaltimiz mi yoksa tanri mi oldugu ayrimini yapamiyoruz. Her ikisi de transandantal yapida farkli sinirdaki konseptler ve bu konseptler yeterli derecede empirik (gorulebilir, var oldugunu fiziksel olarak ortaya koyan) yapidadirlar mesela bilincaltimiz kendini arketiplerin butunsellesmis hali olan spontane ruyalarla ortaya koyar. Sonuc olarak, arketiplerin tanriyi vurgulayan bir sembolism uretmeleri mumkunatsiz degildir” diye belirtmistir. (Ikili birlik)
Sonuc olarak var olan arketiplerle psisede kendini ortaya koyan tanri kavrami Jung’a gore kisinin ‘ben’ i arketip olarak ortaya koymasidir.
Yalniz sunu da gozonunde bulundurmak gerektigi kanaatindeyim. Insanlar kendi refleksif bilincleri ile tanri konseptine vardiklari gibi ayni zamanda ideolojik bir konsepte de varabilirler. Bu farkli kult ve ilkelerin dogmasina yol acar. Hatta ekollerin olusmasi durumu soz konusudur. Yazinin basinda bahsettigim stoikler, peripatetikler mesela. Ya da Karl Marx ve ideolojisi. Neden belli ideolojileri olan insanlar deist degillerdir? Cunku tanri konseptine varmayanlar ideolojik bir konseptte ilerliyor. Psisedeki ‘ben’ ile ‘tanri’ arasindaki karmasa bu sefer ‘ben’ ile ‘ideoloji’ arasinda oluyor.
Su bir gercek ki ‘ben’ ‘tanri’ arasindaki iliskinin Carl Jung yorumu insana vahdet-i vucud yani varligin birligi durumunu ciddi anlamda dusundurmektedir. Carl Jung’in, psisenin tanri ve ben arasindaki ayrim yapamamasi olarak tanimladigi durum Ibn Arabi tarafindan varlik birligi ile aciklanmisdir. “…küçük insan, büyük alemin (makro-kozmos) bir minyatürüdür… insan varlığı, alemden daha da küçük olsa da, o büyük alemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu aleme büyük insan insan-i kebir adını veriyorlar…” (fusüs ül-hikem (bilgelik fanusları), muhiddin-i arabi, milli eğitim basımevi, istanbul, 1952).
Acik konusmak gerekirse Ibn Arabi konusunda cok bilgiye sahip degilim. Onun hakkinda cok fazla arastirma yapamadim cunku ona yonelmek icin once edebi bilmek gerekir ve ben henuz bilmiyorum. Onun yazip bizimle paylastiklari tasavvufun marifet kapisini acar. Kendisi de yazilarindan istifade edebilmek icin cesitli kosullardan bahsetmisdir. Yaptigim arastirmalar kadariyla kimisi Ibn Arabi’nin pantheist bir yaklasimi oldugunu ileri surse de kimi vahdet-i vucud kavramini hic bir eserinde kullanmadigini ileri surerek bunu redetmisdir. Okuduklarimin arasinda bana ilginc gelen bazi seyler var tabi mesela psise, ruyalar ve arketipler arasinda baglanti kuran Carl Jung olabilir ama Ibn Arabi’nin de ruya tabiri konusunda eserleri oldugu bilinmektedir. Ibn rusd ile olan irtibatini ruyasinda ikisinin arasina perde cekildigini gordukten sonra kesmisdir Ibn Arabi. Bundan nasil anlamlar cikar bilemem ama sanirim ruyalar onemli.